Diaspora ve Çerkes Kimlikleri

Sevda Alankuş

1997-12-15

Sürgünler ve Göçler

Tarih kitaplarının kuru diliyle Çerkes tarihine bakarsak, bunun bir göçler, sürgünler tarihi olduğunu görürüz. Asetinlerin ataları olan Alanlar, M.S.1V-V yüzyıllarda gerçekleşen büyük kavimler göçü sırasında, bugün Rusya, Ukrayna, Macaristan, Avusturya, İsviçre, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya toprakları olarak bilinen çok geniş bir coğrafya boyunca ilerlemiş, kimi yerlere yerleşip yurt edinmiş, kimi yerlere ise izlerini bırakarak yeniden yollara düşmüşlerdir.

Türkiye’de bugün Çerkes genel adıyla anılan topluluklar, zorunlu göçler ile Kuzey Kafkasya’daki yurtlarını terkederek Osmanlı sınırları içindeki topraklara; Balkanlara ve Rumeli’ye, Anadolu’ya, Orta-Doğu’ya yerleşmek durumunda bırakılmıştır. 1863 yılında başlayan ilk göçleri, 1864’de ikincisi izlemiş ve nihayet bu iki dalganın arkasından henüz 15 yıl geçmişken, Balkanlar’da iskan edilen Çerkesler 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması çerçevesinde üçüncü defa sürgüne uğramışlardır. Yeniden Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, bugün Cezayir, İsrail, Ürdün, Suriye toprakları olarak bilinen topraklarda zorunlu iskana tabi tutulmuşlardır.

Topluluk olarak yaşanan sürgünlerin yanısıra, Çerkesler, bireysel tarihleri itibariyle de zorunlu ya da gönüllü sürgünlerin öznesi olmuşlardır. Örneğin resmi ya da gayrı resmi tarihleri yazılmadığı için Çerkes kadınlarının, ne kadarının eş, cariye, köle olarak satıldıklarını bilmiyoruz. Savaşçı/asker gelenekleriyle ünlü Çerkes erkeklerinin yazılı tarihlerine baktığımızda, Taht’a vezir olduklarını, önceleri Doğu’da Hamidiye Alaylarında, Balkanlar’da “Emirbar”, “Fedailer Birliği” gibi gerilla hareketlerinde, Teşkilat-ı Mahsusa’da, sonraları Kuvayı Milliye ve Kuvayı Seyyare hareketlerinde üst rütbelerle yer aldıklarını, yani hep bir cepheden diğerine adeta “gönüllü sürgünler” olarak seyrettiklerini görüyoruz. 1960 Askeri ihtilalinde, 1962-1963 karşı-askeri kalkışmalarında yer aldıklarını biliyoruz. Bu gönüllü sürgünlerin yaşam öykülerinin, “meşru”/“kazanan” saflarda yer almadıklarında 150’liler olayında ya da Çerkes Ethem trajedisinde olduğu gibi, “zorunlu sürgünlerle” sonuçlandığını görüyoruz. Azınlık gruplara mensup olanların resmi tarihin “hata” saydığı şeyler yaptıklarında sadece kişisel bedel ödemediklerini, topluluk olarak bedel ödemek durumunda kaldıklarını biliyoruz. Resmi tarihin “hıyanet” olarak anlattığı Çerkes Ethem olayından sonra, Manyas çevresindeki 16 Çerkez köyünün topluca Doğu’ya sürgün gönderildiklerine tanığız.

Çerkesler 1960’lı yıllar ile birlikte Türkiye’nin kapitalistleşme ve modernleşme dinamiklerinin neden olduğu bir başka göç dalgasını yaşamaya başlamışlardır. Yaşadıkları yerler ekonomik nedenlerle yaşanamaz hale geldiğinde, yeniden yerlerinden olarak, Türkiye’nin Doğu’sundan Batı’sına, köylerden büyük kentlere, Almanya’ya, Avustralya’ya, Fransa’ya, Hollanda’ya göç etmişlerdir. Bugün dünyanın 40 ülkesine dağılmış olarak yaşadıkları bilinmektedir. 1970’li yıllar Türkiye açısından yüksek öğrenim görme talebinin ve imkanlarının yaygınlaştığı yıllar olmuş, bu hala köylerinde kalan varsa, Çerkes gençlerini yüksek öğrenim için büyük kentlere doğru yola düşürmüştür. 1980’li yıllar ise tıpkı “memleket” sorunlarına duyarsız kalamayan diğerlerinin başına geldiği gibi, başka türlü sürgünlerin yılları olmuştur. Çerkes aydınları, üniversite öğrencileri Türkiye’nin politik çalkantılarıyla, kutuplaşmaları içerisinde tutukları saflara göre değişen şiddetlerde politik sürgünlere uğramış, bildik mekanlarda “zorunlu iskana” tabi tutulmuştur. Bu fırtınadan yara almadan kalanlar ise çoğunlukla yeni kentlerde yeni yaşamların peşine düşmüşlerdir. İlk defa bu dönemde anayurtlarına “kesin dönüşler” de başlamıştır. 1990’lı yıllar büyük sürgünden sonra ilk defa neredeyse kitlesel olarak anayurtla yoğun ilişkiler kurulan yıllar olmuştur. Türkiye Çerkesleri bağımsızlık savaşı veren Abazaların, Çeçenlerin mücadelelerine katılmışlar, Güney Osetya ile dayanışmaya girmişler, yıllardır izlerini bulmaya çalıştıkları akrabalarına kavuşmuşlar, heyetler, öğrenciler, öğretmenler gönderip, ağırlamışlar, geziler düzenleyip atalarının topraklarını hiç değilse bir defa görmenin mutluluğunu yaşamışlar, karşılıklı evlenmeler gerçekleştirmişler, yılın bir kısmını oralardaki akraba evlerinde geçirir olmuşlar, iş kurup bir ayakları oralarda, bir ayakları buralarda yaşamaya başlamışlardır. Dönüp yapanların sayısı artmıştır.

Türkiyeli Çerkesler olarak, “zorunlu büyük sürgünü” ve onunla karşılaştırıldığında “küçük” sayılabilecek diğer tarihi yazılmamış (zorunlu/gönüllü) sürgünleri, göçleri ortak belleğimiz haline gelen çoğu acı öykülerle yaşadık. Her birimizin ailesine, ya da öznel tarihine bu sürgünlerden/göçlerden bir pay düştü ve bizleri “biz” kılan izler bıraktı. Acaba hangi sorular ve cevaplarla tanımladık kendimizi, nasıl yabancıladık, nasıl yabancılandık, büyük sürgünden 133 yıl sonra ne kadar yer(li)leştik, ne kadar yer(li)leş(e)medik? Özetle diasporadaki “biz” oluş serüvenimiz bu topraklarda doğup büyümüş beşinci kuşaktan bir Çerkes’in gözüyle bakıldığında nasıl?

Diaspora Kimliklerimiz

Atalarımızın yerleştirildikleri coğrafyalardaki çoğunluk nüfustan farklılığını niteleyen özellikler çok belirgindi. Bu yüzden büyük dedelerimizin, zorunlu iskana tabi tutuldukları toprakların havasına, suyuna, insanına, kültürüne alışmaları hiç kolay olmadı. Köylerinde kendi kendilerine bırakılırlarsa sorun çıkmıyordu, çıkarsa da geleneklerinin öngördüğü biçimlerde çözümlüyorlardı. Çocuklar evlerinde, sokaklarında Çerkesce konuşulan köylerde ilk önce anadillerini öğreniyorlardı. Düğünleri, cenazeleri, kadın/erkek, genç/yaşlı ilişkileri, giysileri, yemekleri, el sanatları anayurtlarındaki gibiydi. Ancak kaplarına sığamıyor, yerleştirildikleri yerlerde duramıyorlardı. Toprak işlemek onlara yetmiyordu. Geleneğe göre erkek çocuklar bir yaşına geldiklerinde, önlerine kama (silah), tespih, ekmek, kitap konuluyor, çocuğun eli silaha ya da kamaya giderse yiğit olacağına hükmediliyor, büyükler buna çok seviniyordu. Bu yüzden adeta “gönüllü sürgünlerle” bir cepheden diğerine yetiştiler. Yüreklerinde bir yandan yeniden cennet ülkelerine geri dönecekleri inancını saklı tutuyorlardı, diğer yandan hiç de yerleştirildikleri topraklarda misafirlermiş gibi davranmıyorlardı. Nitekim Cumhuriyetin kuruluşuna giden süreçte, sayısal güçlerinin ötesinde bir ağırlıkla temsil edildiler. Öyle ki “Çerkes kalpağını, Kuvayı Milliye hareketinin sembollerinden birisi haline getirdiler.” Başka ifadeyle, kurtuluş mücadelesini kendilerine ait bir sembol ile işaretleyerek, onu Çerkeslerin (de) mücadelesi kıldılar. Bu, içinde yaşamaya başladıkları coğrafyaya aidiyet oluşturmaya başladıklarının güçlü bir işaretiydi, ancak aynı zamanda yeni siyasal sınırlar tesis edilirken, bu sınırlara karşılık gelmek üzere biçilen siyasal/kültürel kimliğin tarifine katılma talebine de işaret ediyordu. Ancak Çerkes kalpağının, düzenli ordunun üniforması karşısında daimi bir sembol olmasına imkan yoktu. Başka ifadeyle yeni devletin kimlik tarifi yapılmıştı, bu üst’ten tanımlanan kimliği kabul etmeyenlere, tıpkı ötekilere yapıldığı gibi zorunlu sürgün yolları göründü.

Yerlerinden oldukları her zorunlu ya da gönüllü sürgünle birlikte, Çerkeslerin göreli olarak kapalı olan topluluk yaşamları çözülmeye uğradı. Çoğunluk nüfusu oluşturdukları yerlerde bile, bir kaç hanelik azınlığa düştüler. Büyük kentlere, başka başka ülkelere göç ettikce eridiler, yalnızlaştılar, yabancılandılar. Yalnızlaştıkca yeni yeni dayanışma biçimleri içine girdiler. Yabancılandıkca, farklılıklarını törpülemeye diğerleri gibi olmaya başladılar. Bu modern zamanlar göçü sırasında Çerkesler, gündelik yaşam pratikleri itibariyle “büyük sürgün” sonrasında yaşandığı kadar uyum sorunu çekmediler. Kent(li)leşmek onlar için hiç zor olmadı. Çünkü Çerkeslerin köy pratikleri geleneksel köy(lü) pratiklerinden farklıydı. Yerleşim yerlerine, ötekilerle ilişkilerinin niteliğine göre derecesi değişmekle birlikte dışarıya hep biraz açıklardı. Sürgünlerini/göçlerini bütünüyle içlerine kapanarak değil, dışarıya açılarak yaşadılar. Dolayısıyla kentler, uzun dönemde cemaat ilişkilerini yeniden ürettikleri, içlerine kapandıkları yerler değil, tam tersine dışarı döndükleri yerler oldu onlar için.

Çerkeslik kimlikleri giderek, tıpkı bir kenarda yeniden açık havada çalınacağı günü bekleyen ata yadigarı mızıkaları gibi evlerine hapsedildi. “Biz” oluşları bayramlardan bayramlara görüşülen akrabalarla birlikte Çerkes yemekleri yenildiğinde, modern düğünlerde ancak orkestra ara verdiğinde beş-on dakika dinlenmek üzere çalınan müzik sırasında hatırlanan bir şeye dönüştü. Evlerde çocuklar, babaannelerinin gönlü olduğunda çaldığı fendire, Kafkasya’dan kırk yılda bir gelenlerden alınıp, çok değerli bir şey olarak çoğaltılarak elden ele dolaşan müzik kasetlerine acemice ayak uydurmaya, dinledikleri şarkılarda nelerin anlatıldığını öğrenmeye çalıştılar. Dorukları her mevsim karlı yüce dağları ve ırmaklarıyla bir cennet ülkeden sözedildiğini öğrendiler. “Nerelerde orası?” diye sordular. Bir iç çekişle birlikte “çok uzaklarda” cevabını aldılar. Baba ile babaanne ya da dede birden Çerkesce konuşmaya başladıklarında, büyükler kendilerinden yine bir şey saklıyor merakıyla, sözcükleri yakalamaya çalıştılar, yapamadılar. Bu başka hiçbir yerde -sokakta/okulda- duymadıkları, sadece halalara, amcalara yani büyüklere ait olan dili hep öğrenmeye karar verdiler, hiç beceremediler. Türkçeyi çok sonradan öğrenen babaannelerinin “çay soğumuş” değil de “üşümüş” demeye devam ediyor olmasına gülüştüler. Onun bir zamanlar ne kadar “zengin”, ne kadar “mutlu” olduklarına, sonra nasıl yollara ve yoksulluklara düştüklerine dair anlattıklarını masal gibi dinlediler. (Bunların sürgünlerle, göçlerle geçmiş bir yaşamdan kalan kırık anılar olduğunu çok sonraları, ancak yeterince büyüdüklerinde anladılar). Akrabalardan birisi Türk ile evlendiğinde büyüklerin “yazık” diye derinden iç geçirdiklerine tanık oldular. Yakınlardan birisine kızıldığında ona; “senin yaptığını Türkler yapmaz” denildiğini işittiler. Böyle evlerde çocuklar evleriyle sokakta/okulda gördüklerinin, işittiklerinin birbiriyle pek örtüşmediğini gördüler ve nihayet bu sokakta/okulda işitmedikleri dilde konuşup, dorukları karlarla kaplı dağlarıyla cennet gibi bir ülkeden sözeden müzikler dinleyen büyüklerine, “biz kimiz?” diye sordular. “Çerkes Türküyüz!” biçiminde bir cevap aldılar. Çocuk akıllarıyla bunun evde Çerkes, sokakta/okulda Türk olmak anlamına geldiğini düşündüler. Bu ikili kimliği daha fazla sürdüremediler, daha çok okullu oldukca daha çok Türk, daha az Çerkes oldular. Dönem büyüklerin “Milliyetçi” ideolojinin çeşitli biçimleri içinden kendilerini ifade etmeye başladıkları dönemdi.

Diasporada 133 yılı arkalarında bırakan Türkiyeli Çerkesler, bu topraklara sürgün insanlarına özgü mevzilerden tutunmaya çalışarak varoldular. Kaf Dağı’nın ötesindeki anayurtları hep ortak aidiyetlerini besleyen başlıca kaynak oldu. Ancak hiç bitmeyen zorunlu/gönüllü sürgünlerle bu topraklara yerleşebildikleri ölçüde, yerlileştiler, bu arada da etnik/kültürel kimliklerini başkaları üzerinde hiç bir hakimiyet ya da üstünlük iddiası taşımayan bir övüncün adına dönüştürdüler… Artık geriye doğru dönüp ürettikleri üzerine düşünmelerinin, sonra da ileriye doğru yönelip, yeni kimlik stratejileri geliştirmelerinin zamanı geldi.

Evlerinde giderek daha az Çerkes, okullarında/sokaklarında daha çok Türk olunan ülkede, gençler daha yüksek okullara gitmek üzere evlerinden ayrıldıklarında, kendilerini her biri farklı farklı yöntemlerle ülkeyi kurtarmaya karar vermiş olan gruplar içinde buldular. Türkiye’nin mevcut politik kutuplaşması içerisinde bir kısmı farklı vurgularla da olsa “ezilen/sömürgeleştirilen halklar”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, “halkların kardeşliği” söylemiyle, diğer kısmı, “Esir Türkler” söylemiyle eklemlendi. Çok farklı “özgürlük” tanımlarının peşine düştüler, karşıt yönlere doğru yola çıktılar, aralarında derinden ikiye bölündüler. Kültürel kimliklerini yaşamak ve yaşatmak isteyenler için büyük kentlerdeki Kuzey Kafkas Kültür Dernekleri, sürgün/göç insanlarının hegemonik merkezlerin buyurganlığıyla bastırılan kimliklerinin soluk alabildiği mevziler olarak çok önem kazandı. Derneklerindeyken kendilerini hem evlerinde gibi -güvende- hissedebildiler, hem de buraları söyleyecek sözü olan bir kamusallığa dönüştürmeyi başardılar. Kültürel/etnik kimliklerinin, farklılıklarının yüzyıllardır topluluk yaşamları içerisinde dokunduğu biçimleriyle ayırdına varılsın istediler

Aralarında birbirlerini Şapsığ, Khabardey, Abaza olarak, ya da aile/soy adlarıyla andılarsa da, başkaları karşısında, kendilerini çağrıldıkları adla; Çerkes olarak ifadelendirdiler. Bu adı övünçle söyleyerek, Çerkes denilince akla ge(tiri)len hakim kodları sarstılar. Yani Çerkes Ethem’den (“hıyanetlerden”) sözedilirken bir türlü, Çerkes kadınından (“meziyetlerden”) sözedilirken bir başka türlü işaretlenen/sabitlenen, böylelikle kendilerine yabancılandıkları çoğunluklarca atfedilmiş özelliklerle kodlanan isimlerine sahip çıktılar, onu kendilerinin kıldılar. Bunu bir yandan resmi tarihi sorgulayarak, bu tarihe ilişkin kendi sözlerini söyleyerek, yaşadıkları topraklardaki yazılmamış tarihlerinin, öykülerinin peşine düşerek yapmaya çalıştılar, diğer yandan Kaf Dağı’nın arkasındaki ata topraklarının erişelemez olmadığını keşfedip, oralarda yeniden-üretilen kültürlerinin izini sürerek. Böylelikle Çerkes aydınları, yaşayan edebiyatlarını, müziklerini, danslarını anayurtlardan, yüzlerini yeni bir heyecanla bu mitik ülkelere dönmüş olan diasporadakilere taşıdılar. Oralarda yazılıp, söylenenler buralarda mümkün olduğu kadar “aslına” layık biçimde okunmaya, söylenmeye, sergilenmeye çalışıldı, yeniden-yorumlandı. Özetle, etnik/kültürel kimliklerini yeniden tarif ettiler, varoluş sorunlarını dillendirdiler, yokolmamak için kendi kaderlerinin yapıcısı olma çareleri üzerine düşündüler. Buldukları çareler, onları yokolmamak için anayurtlarına “dönüş"ü tek çözüm olarak görenler ve doğdukları bu topraklarda verilen demokrasi mücadelesine katılarak etnik/kültürel varoluşlarını tescil etmeyi hedefleyenler olmak üzere ikiye ayırdı. 1970’lerin sonlarına doğru yolun bu yakasında saf tutanlar, artık kimlik taleplerini kamusal alanda seslendirmeye başlamış, ancak seslendirme biçimlerinde ve eylemlerinde farklılaşmışlardı.

Sonra yeniden sürgün/göç yılları geldi. Askeri darbe ile başlayan 1980’li yıllar, Çerkes aydınları için atalarınınkinden farklı türden sürgünlere/göçlere uğradıkları yıllar oldu. Kimi dernekleri kapatıldı, yöneticilerinden hesap soruldu. Kimileri hiç tanımadığı ülkelere, kentlere göç etti, kendini öz-sürgünlere gönderdi. Yeni yabancılıkları ve yabancılanmaları seçti. Kimileri bu zorunlu/gönüllü sürgün döneminde kamusal alanda dillendirilmekten alıkonulan kimliklerini, yol arkadaşı olarak seçilen eşlerle paylaşılan evlerine taşıdı. Eğer biliniyorsa Çerkesce (ağızlar ve dillerle) konuşulmaya özellikle özen gösterilen bu evlerde, Adığe, Abaza vd. adları taşıyan çocuklar büyütüldü. Ancak Çerkeslik kimliklerini evlere hapsetmek bu defa kolay olmadı. Diasporadakiler kısa süren bir içe kapanışın ardından, kendilerini ifade etmenin “yeni” yollarını buldular; sanatın, sembollerin dilini kullanarak konuşmayı sürdürdüler, kamusal/siyasal alanda sessizce işleyen dayanışma ağları geliştirdiler. Kulaklarını, gözlerini anayurtlarına daha da çok çevirdiler. Bu dönemde dönüşü tek çare olarak görenler daha da çoğaldı, dönenlerin anlattıkları dilden dile dolaşmaya başladı.

1990’lı yıllarda ise, çehresi radikal olarak değişen dünya ve bölge koşulları içerisinde Türkiyeli Çerkesler kimliklerini, yeni farklılaşmalar, etkileşimler, yeni dayanışma biçimleri içerisine yeniden dokumak durumunda kaldılar. 1989 yılının ardından açılan kapılar, diasporadakileri, birdenbire coğrafi olarak yakınlarında olanlardan uzaklaştıran, uzaklarında olanlarla ise yakınlaştıran sonuçlar yarattı. Bu arada anayurtlarıyla kurdukları ekonomik, kültürel ilişkiler yoğunlaşıp, kalıcı bir niteliğe büründükce kendilerini ortak kültürel kimliklerine gönderme yapan Çerkesliklerinden önce, etnik/kültürel alt-kimlikleri içerisinden tanımlamayı tercih eder oldular. Bu Türkiye’deki örgütlenmelerine de yansıdı, ayrı dernek ya da vakıf çatıları altında toplanma eğilimini artırdı. Ancak Kafkasya’da meydana gelen çeşitli politik gelişmeler, Abhazya, Çeçenistan ve Güney Osetya’da verilen mücadeleler sırasında Kuzey Kafkas Cumhuriyetlerinin birlikte davrandıkları takdirde bölgelerinde bir güç olabileceklerini ortaya çıkardı. Bu arada Türkiyeli Çerkesler de güçlerini birleştirdiklerinde anayurtlarıyla etkili bir dayanışma içinde olabileceklerini anladılar. 1990’lı yılların sonuna doğru Kafkas Derneği çatısı altında yeniden birlikte davranmaya başlamalarında bu önemli bir etken oldu.


Kaynak: Nart Dergisi, Ekim-Aralık 1997, Sayı 4, ss. 4-7.